18 Temmuz 2020 09:15

Seyfi Dursunoğlu: Özlemini çektiğim hiçbir şey yok

Hayatını kaybeden Seyfi Dursunoğlu, 2011 yılında Hayat Dergi'ye verdiği röportajda, çocukluğundan başlayarak hayatını ve yarattığı Huysuz Virjin karakterini Gözde Tüzer’e anlatmıştı.

Seyfi Dursunoğlu | Fotoğraf: Özcan Yaman/Evrensel

Paylaş

Gözde TÜZER

"Ben çok kalabalık bir evde büyüdüm. 6 kardeştik. Hizmetçilerimiz, lalalarımız, aşçılarımız vardı. 7 amcam vardı. Bayramda giden gelen eksik olmazdı. Benim evin en üst katında bir odam vardı. Bir tek iner, ellerini öperdim, bahşiş alacağım diye. Sonra yine odama çıkardım. O kalabalık evde de yalnızdım. İşte o çok kötü. Kalabalık içinde yalnız hissetmek kendini. Ama öyle bir alışkanlığım oldu. Rahatsız değilim şimdi bundan. İyi ki de böyle bir huyum var. aksi halde çok güç olurdu."

Kalabalık bir ailede büyüdüğünüz, babanızın çok mutaassıp biri olduğu çokça yazıldı çizildi. Ancak sizin çocukluğunuzun bilinmeyen tarafları var mı?

Zannediyorum ki bunu çok insan söyler. Çocukluğumdan beri sanatçı olmak istedim ben. 4-5 yaşındayken halının bordüründe yürüyerek çiftetelli oynardım. Şimdi diyorum ki “Çocukken de bu bende vardı.” Ancak babamın çok mutaassıp olması neticesi, kesinlikle müsaade etmedi. Ta ki evden ayrıldım, hürriyetimi kazandım, o zaman istediğim şeyi aldım ve sanatçı oldum.

Kaç yaşındaydınız evden ayrıldığınızda?

35 vardı.

İngiliz filolojisi okuyordunuz…

Evet. Deniz lisesinden sonra ingiliz filolojisine girdim. Ama tabii lisede disiplin, her gün kontrol, her gün gitme mecburiyeti vardı. Ama filoloji öyle değildi. Haftada bir git istersen. Bir azgınlık dönemine denk geldi. Gezdik, tozduk, okula gitmedik. Sonra da okulu bıraktım. O sırada babam iflas etti. Onun üzerine askere gittim. Yedek subaylığımı yaptım, bitirdim ve sosyal sigortalara girdim. 18 sene çalıştım.

Ve 18 senenin sonunda kiranızı dahi ödeyemeyecek bir hale geldiniz?

Evet, çok zordu. Aslında her memurun yaşadığı şeyleri yaşadım. Yine de Allah’ın sevgili kuluymuşum. Şöyle bir bakıyorum da… Basamakları sürekli çıkmışım ve hâlâ da çıkmaya devam ediyorum. Düşüşüm olmamış hiç. Halk bıkmadı benden. İş arka arkaya geliyor. Demek ki hâlâ geçerliyim. O zaman yaptığım iş, özel yaşantım birbirine ilave ediliyor ve seyirci bir karar veriyor zannediyorum ki.

SSK’deyken yani 18 yıl boyunca içinizdeki sanat aruzusunu ya da sanatçı olma isteğini nasıl giderdiniz?

Oradaki arkadaşlarımla. Giderdik, gülerdik, eğlenirdik. Öğle tatillerinde hep etrafıma toplanırlardı. Ben söylerdim, onlar gülerdi. Ben de dedim ki “Bunu bedava yapacağıma parayla yapayım. Bir sürü insan eğlenebiliyor.” Ve Allah da yardım etti. Tesadüflerin de etkisi var. Böyle yetenekli olup da yeteneğini ortaya çıkaramayan çok insan vardır. İşte onu değerlendirmek önemli. O fırsatı kollamak önemli ama ne kadar fırsat kollasan da olmuyor bazen. Allah bir tesadüf veriyor, tesadüfle olabiliyorsa oluyor. Yoksa istediğin kadar uğraş didin, olmayacaksa olmuyor.

Meddahlık da var sizde değil mi?

Evet. Beylerbeyi Kültür Cemiyeti’nde bir gece yapardık. Önce ceketim ve pantolonumla çıkar geceyi takdim ederdim. Sonra içeri girerdim, fasıl heyetinde şarkı söylerdim. Sonra meddah olurdum. Sonra kanto yapardım. En son da Ermeni tiyatrosunda Ermeni şivesiyle (eskiden tiyatrocuların çoğu Ermeni idi) büyük eserleri, Othello’yu, Hamlet’i oynardım. Tabii komedi olurdu bu. Geceyi baştan sona ben götürürdüm ve neticede onların hepsinden biraz biraz alarak bir şov yaptım. Sahne şovumda orada yaptığım her şeyden istifade ettim. Şov diyince… Dans da edeceksin, şarkı da söyleyeceksin, espri de yapacaksın, mimiğin olacak, mizansenin olacak, duruşun olacak. Her şeyi yapabiliyorsan şovmensin. Yani “Ben şovmenim ama şarkı söylemesini bilmiyorum"... O zaman şovmen değilsin. Komedyen olabilirsin ama şov, her şeyi içinde barındıran bir sanat dalı.

Ve daha sonrasında huysuz ortaya çıktı. Biraz parasızlıktan, biraz içinizdeki sahne aşkından… Küçük yerlerde sahne almaya başladınız. En son İzmir Fuarı'nda, İstanbul’daki gazinolarda assolistlerle beraber çalıştınız. Bu nasıl bir histi? O kadar sıkıntıdan sonra, o kadar yaşanmışlıktan sonra...

Paran yokken kabil olduğu kadar, gıdım gıdım yetiştirmeye çalışıyorsun. Memur zihniyetiyle. Ancak ben o memur zihniyetinden çok zor kurtuldum. Çünkü yaşım ilerlemişti ve bir ev sahibi olmak istiyordum. Onun için para biriktirmem gerekiyordu. O yüzden adım cimriye çıktı. Fuzuli masraf yapmaktan kaçındım ki bir evim olsun. Orada har vurup harman savurursan, Allah korusun, bazı yaşlı sanatçı arkadaşların düştüğü duruma düşebilirdim. Temkinli davranmam gerekiyordu. O zaman memur zihniyetinin faydasını gördüm. Tutumlu olmanın, gıdım gıdım harcamanın faydasını... Neticede bir evim var, bankada birikmişim var ama bütün bunları yaptıktan sonra nüfus kağıdıma baktım, 80 yaşındayım.

80 yaşındasınız ve hâlâ sahnedesiniz. Aynı Huysuz Virjin olarak, aynı Seyfi Dursunoğlu olarak. Huysuz biraz büyüdü belki, biraz olgunlaştı belki, ama aynı kişi olarak sahnedesiniz üstelik. Aynı esprileri yapmıyorsunuz, güne ve gündeme göre değişiyorsunuz, siz de kendinizi geliştiriyorsunuz ama Huysuz olarak hâlâ bu kadar eğlendirebiliyor, güldürebiliyorsunuz. Bunu nasıl başarılabiliyorsunuz?

Allah’a çok şükür sağlığım, sıhhatim yerinde. Bir de ben beslenmeme çok dikkat etmem ama et sevmem, kızartma sevmem; sebze severim, içki düşkünlüğüm yoktur. Bir arkadaşım geldiğinde, bir yere gidince tabii ki içerim ama her akşam oturup içmeyi sevmem. İntizamlı, dikkatli yaşadığınız zaman (tabii Allah da müsaade ediyorsa, bir dert vermiyorsa) daha kuvvetli olabiliyorsunuz. Beni sahnede görenler 80 diyemiyor. Ben de kendime diyemiyorum aslında. Bazen televizyonlarda görüyorum, Anadolu’yu gezen programlarda; “Kaç yaşındasın?​” diyor adama,  “65” diyor. Bakıyorum 65 ama adam resmen çökmüş. Bakıyorum bende yok. Bu hep dikkatli yaşamanın neticesi.

Biraz Huysuz'u anlatsanız. Çok ilginç biri. Huysuz tam bir kadın aslında, çok güçlü bir kadın. Beğendiği erkeğe pat diye söyleyen bir kadın. Huysuz nasıl bir kadın? sizden dinleyelim biraz da.

Bu kadın tahammülsüz aslında. Erkek gibi bir kadın. Çirkin fakat o çirkinliğini görmüyor. Boyanınca güzelleşeceğini zannediyor, daha bir beter oluyor ama o kendini güzel görüyor. Dobra bir kadın. Doğruları söylüyor ama biraz isteriklik var zannediyorum. Yuva da kuramamış tabii. Ancak tuhaf bir şey var; ben boyanıyorum, makyaj yapıyorum ve sahneye çıkıyorum. Ama normal yaşamda da böyle yaşlı ve çok makyaj yapan kadınlar görüyorum. Yüzü buruşmuş, o pudra içine girmiş ama o öylece (herhalde gözleri bozuk ki tam iyi göremiyor) öyle sokağa çıkabiliyor. O yaştaki bir insanın suratını tertemiz yıkayıp, saçını tarayıp veyahut başörtüsünü bağlayıp çıkması gerekir. Gençliğinde içinde kalan ukteyi atamıyor ama olmuyor işte. Her şeyin bir zamanı var. Her şey zamanında güzel.

Sahneye çıktıktan sonra en büyük sıçramayı Öztürk Serengil’in programıyla yaptınız. TRT döneminde üstelik. Tek kanallı dönemde.

Evet, işte orada tüm Anadolu tanıdı beni. Ondan evvel duyarlardı, onun da çalıştığım yere çok faydası olurdu. Duyuyordu, göremiyordu, çalıştığım yere geliyordu. Doluyordu çalıştığım yer. Ama Öztürk’ten sonra fuar, fuardan sonra gazinolar… Allah rahmet eylesin. Bir de ben biraz vefasızlık yaptım galiba Öztürk Serengil’e. Hatta o da söylemiş, “Huysuz bir beni görmeye gelmedi” demiş ama içim elvermedi. Niye  bilmiyorum. Çok üzüleceğimi hissettiğim için zannediyorum ki. Yoksa ne olacak. Kalk, git, yarım saat otur, gönlünü al.

Sizin içinizin el vermeme durumu da var sanırım. Zira yarışma programınızda da “Gençler elenirken onların yanında olmak istemiyorum. Kaldırmıyor içim” demiştiniz.

Hayır, dayanamıyorum, kaldırmıyor içim. Onların o üzüntülü suratlarını göremiyorum. Ağlamak geliyor içimden ama ben komedyenim, ağlama hakkım yok. Onun için olayı dramatize edeceğime, o bölümde ben yokum. Ayrılan ayrılsın. Ertesi bölüm tekrar yeni baştan eğleniriz, güleriz. Şakalaşalım, eğlenelim, gülelim ve onlar da yeteneklerini sergilesinler ama ayrılma durumu... İyisi mi “Üzgün suratla orda görüneceğime, hiç görünmeyeyim” dedim. Yönetmene de söyledim. Zaten pek hayır demiyorlar bana. Ya korkuyorlar, ya yaşıma hürmeten.

Şimdi TRT’ye geri dönersek... O dönemde TRT’ye çıktınız ve hiçbir sorun yaşamadınız. Fakat bundan birkaç sene önce RTÜK bu kadar "özgürleşmiş" bir haldeyken sizi yasakladı. Herhangi bir belge de yoktu üstelik…

Evet. Belge yoktu. Şimdi umum müdürlerini toplamış Zahit Akman bey, “Kadın kılığında erkek görmek istemiyoruz” demiş. Kadın kılığında çıkan bir tek ben varım. Bundan ötürü kanallar da “Başımızı derde sokacağımıza yapmayalım” dediler.

40 yıllık bir sanat hayatından sonra sizi nasıl etkiledi?

Tabii ki çok etkiledi, tabii ki çok üzüldüm. Ancak "Televizyona çıkamıyorum, para kazanamıyorum" diye değildi üzüntüm. Doğaçlama 1 buçuk saat şov yapan dünyada 2-3 kişi vardır. (Şu an yeri geldi diye söylüyorum. Kendimi methetmekten hiç hoşlanmam.) Türkiye’de bir sürü komedyen arkadaş var ama hepsi yazıyla, metinle çalışıyor, doğaçlama havasını veriyorlar. Benimki öyle değil. Bana mizanpaj gelir. Kim nerede oturuyor, kim ne yapıyor... Ondan sonra bismillah der çıkarım, programımı yaparım. Ve de çok zor bir iş. Hem şaka yapacaksın karşındakine, hem onu rencide etmeyeceksin, hem de herkesi güldüreceksin... Bu çok bıçak sırtı bir iş. Bunun anlaşılmamış olması beni üzdü. RTÜK’ün bunu anlamamış olması üzdü. Yoksa bu saatten sonra para kazansam ne olacak kazanmasam ne olacak.

Peki Seyfi Dursunoğlu olarak çıkamaz mıydınız ekrana?

Huysuz olmamın nedeni, espri yelpazemi genişletmekti. Hem kadının yapabildiği, hem erkeğin yapabildiği espriyi yapabiliyorum. Seyfi Dursunoğlu olsam bazı şeyleri söyleyemem. Ama orda kendiyle alay etmiş Huysuz zaten. Boyanmış, süslenmiş bir kart karı çıkmış, ne dese ters kaçmıyor. Mesela Turgut Özal geldi bir gece, sonra ertesi gün de Rauf Denktaş. “Ayol” dedim “Bütün cumhurbaşkanları kısa kalın mıdır, bunun ince uzunu yok mu hiç”

Bunu bir başkası söylese...

Alır, kodese atarlar galiba.

Bu arada Zahit Akman da biliyorsunuz Deniz Feneri davasından hüküm giydi.

Evet, ne ilginçtir ki benim televizyonda programın yayınlandığı gün Zahit Akman içeri girdi.

Ahınız mı tuttu acaba?

Vallahi bizi televizyonda canlı yayında karşılaştırdılar, kendisiyle görüştük. “Biz sizi seviyoruz ama saat 23.30’dan sonra çıksanız” dedi. Ben de “23.30'dan sonra istiyorsanız eve gelirim” dedim.

Seyfi Dursunoğlu ve Huysuz Virjin tamamen zıt karakterler. Seyfi Dursunoğlu naif, kibar ve sakin bir adam. Huysuz Virjin ise tam bir deli. Seyfi Bey nasıl oluyor da deli Huysuz’a dönüşüyor. Nasıl o karaktere bürünüyor?

Kulise 2 saat evvel gelirim ben. Sahneyi dinlerim devamlı. Ne oluyor, ne bitiyor, ne yaptı, çuvalladı mı, çuvallamadı mı, güzel mi konuşuyor, çirkin mi konuşuyor... Onların hepsini tetkik ederim. Çıktıktan sonra onların üzerine başlarım konuşmaya. Sonrasında seyirciyi ısıtırım. Önce patrona, sonra beraber çalıştığım sanatçıya, garsona saldırırım. Sonrasında seyirciye laf ettiğim zaman normal, makul karşılıyorlar. “Bu deli herkese yapıyor, bize de yapar” diyorlar. Aslında bu bir konsantrasyon meselesi. Oraya çıkınca konsantre oluyorum. Seyirciyle bütünleşiyorum. Bir de oraya gelen seyircinin beni sevdiğini bildiğim için daha bir nazım geçiyor. Nasıl olsa seviyor beni, yapacağım şeyi biliyor.

Bir röportajınızda söylemişsiniz, "Hem benden korkuyor, hem de gelip en öne oturuyor"

"Bakalım ne diyecek bana" diye merak ediyor. Dediğim gibi çok zor, çok testere ağzı bir iş bu ve çok dikkatli olmak lazım. Saniyede yaptığınız bir yanlışlığın neticesinde bir gazinonun altı üstüne gelebilir.

Sizin var mı böyle durumlarınız?

Hiç yok. Böyle bir olaya hiç karışmadım. O yüzden diyorum, çok zor bir iş ve artık gitmiyorum zaten ekstraya. Belki de korkuyorum artık. İçki içen insanların karşısında onları güldürmekten artık keyif almıyorum. Yaptım 45 sene. Yeter.

45 senenin sonunda bir yorgunluk mu var?

Var galiba. Bıkmışım artık. Bir de artık çok şık bir şey giyemiyorum. Yakışmıyor çünkü. Her yaşın kendine göre bir giyimi vardır. Şimdi ben Fransa’dan giyinsem ne olur, İtalya’dan giyinsem ne olur. Yüz aynı yüz. Onun için öyle manasızlıklar yapamam. Giyim için para harcamıyorum. Yemek dersen, hastane yemeği gibi yemekler yiyorum. Seyahatim yok. O zaman bir yevmiye daha ilave etsem ne olacak parama, etmesem ne olacak diyorum.

Siz çok büyük sanatçılarla aynı sahneyi paylaşıyorsunuz ve onlarca şey söylüyorsunuz. Bizim medya bu kadar polemik severken sizden bir polemik çıkarmadı mı? Ya da siz bunu nasıl başardınız?.

Aslında beraber çalıştığım arkadaş benden şikayetçi olmayınca kimseye laf söylemek düşmüyor. Çünkü o arkadaş da biliyor ki, o gün o insanlar eğer memnun ayrılırlarsa ertesi gün daha çok insan geliyor. İşin yürütümü için, insanları memnun etmek için yapıyorum o espriyi ben. Yoksa insanları rahatsız etmiş olmak için değil. Bu tip şeyler çalıştığım arkadaşları rahatsız etmez. Bir de ben herkesle çalışmam, seçerim çalışacağım insanı. Çünkü seyirci potansiyelim var. Fakat bakarım, o sanatçıya gelecek olan seyirci beni anlar mı? Yalnız kalabalık değil benim için, o kalabalığın reaksiyonu mühim.

Günay’da çalışıyorduk Ajda’yla. Günay, her gün odaya gelip Ajda’ya iltifatlar yağdırıyordu. Adeti değildir bir de. Sürekli kaşın güzel, sözün güzel, sanatın güzel… Habire yağcılıklar yapıyor. Ajda o kadar mahcup duruma düştü ki, onun da Günay’a bir yerini beğendiğini söylemesi lazım artık ama adam çirkin. “Ahh ensesi güzel patronum” dedi. Ondan sonra her gelişte ense traşı olarak geldi Günay. “İyi ki g.tün güzel demedi.” Bende bunu sahnede anlattım. Bunda Günay’ın da, Ajda’nın rahatsız olacağı ne var ki?

Huysuz’un bir sürü arkadaşı var. Fakat Seyfi Dursunoğlu’nun bir yalnızlığı var. Bir sürü arkadaşı var ama dostları yok. Bu yalnızlığı siz mi seçtiniz, yoksa hayat mı bunu getirdi ?

Hayır, ben yalnızlığı çok seviyorum. Neden biliyor musun? Arada bir misafir geldiği zaman çok güzel sohbet edebiliyorum. Konuşmayı özlemiş oluyorum. Bir de bir şeyin çoğu her zaman zarardır, az olsun öz olsun. Seni anlayan olsun, bir beklentisi olmasın, samimi olarak sevgisi olsun. O insanı da bulmak zor. Onun için daha az insanla arkadaşlık edip, daha az dost kazanıp ama iyi irtibatlar kurmak taraftarıyım.

Sizce sanat ve özgürlük arasında ne gibi bir bağ var? Siz özgürce yapabiliyor musunuz sanatınızı?

Hayır yapamıyorum. Ne ben yapabiliyorum, ne hiç kimse yapabiliyor. Ben mesela siyasetten kesinlike bashetmem, tehlikeli bulurum. Dinden kesinlikle bahsetmem, korkarım. Hatta spordan bile bahsetmem çünkü o kadar fanatik, agresif insanlar var ki… Niye başımı derde sokayım? Sahneye çık “Ben Fenerbahçeliyim” de, dünyanın alkışını alırsın ama unutma ki seni orada seyretmeye gelen Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar da var. Bu sefer onların antipatisini kazanırsın. Zaten sanatçının düşündüğünü çok açık anlatmaması lazım. Sanatçı ortada kalmalı bence.

Siz bugünkü eğlence hayatını ya da yarışmaları nasıl görüyorsunuz? 80'ler 90'larla bugünkü arasında nasıl bir fark var sizce?

Bir kanalda bir şey tutuyorsa bütün kanallar aynı şeyi yapıyor. Bir kanalda dizi tutuyorsa bütün kanallar dizi yapıyor, bilgi yarışması tutuyorsa bütün kanallar bilgi yarışması yapıyor. Ondan rahatsızım. Modası mı var bunların acaba? Mesela bu sene yarışmalar başladı. Sanırım dizilerin müddeti kısaldığı için.

Gece hayatı… Sizin döneminizde gazinolar vardı. "Sanatçı çıkınca çatal bıçak bırakılırdı" denir hatta. Bugünse bambaşka bir durum söz konusu. Siz nasıl görüyorsunuz bunu?

O gazino kültürü yok artık tabii, televizyon çıktıktan sonra kalmadı. Gazinoda program öyle bir sıraya konardı ki, ilk çıkan yeni sanatçılar zamanında yemek yenirdi. Assoliste vakit geldiği zaman zaten karınları doymuş oluyordu. Yine de eskilerin söylediği gibi daha saygılıydılar, daha tahammüllüydüler. Şimdi eğlence şekli çok değişti. Kapıdan duhuliyeyle giriyorsun, bir tek içki veriyor, sonra tepiniyorsun tepiniyorsun tepiniyorsun. Çıkarken de biriyle tanışmış oluyorsun, alıp evine gidiyorsun.

Bu aralar neye gülüyorsunuz?

Natural olan her şeye gülebiliyorum. Mesela şimdi siz burdan çıkarken biriniz düşseniz ben 10 dakika gülerim. Ama yönetmen rol vermiş şurdan giderken düş demiş, ona gülemem işte.

Gerçek olması gerekiyor.

Hayata dair bir pişmanlık, bir keşke…

Aslında yok ama hep şükrediyorum. İyi bir yaşlılık yaşayabileceğim durumu bana temin etti. Yoksa özlemini çektiğim hiçbir şey yok.

 

* Bu röportaj 2011 yılında Hayat Dergi'de yayımlanmıştır.

ÖNCEKİ HABER

Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ: RTÜK kendini mahkeme yerine koydu

SONRAKİ HABER

Ruhani: 30 ila 35 milyon İranlı daha Kovid-19'a yakalanma riskiyle karşı karşıya

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa